03 Ekim 2015 00:23

Bir işyerinden savaş, barış ve seçim tartışmaları

Paylaş

Mizgin
Tuzla/İstanbul

Tuzla sanayide çalışan bir işçi kadın olarak sizinle memleket gündemiyle ilgili işyerindeki bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Hepimiz biliyoruz ki yaşanan süreç biz Kürtler, kadınlar ve işçiler için olumsuz ilerliyor. Bu son yıllarda hükümetin süreç adı altında yürüttüğü politikalardan, aslında yalnızca Kürtler değil herkes, yani Türk, Kürt, Alevi, Çerkes hepimiz olumsuz etkileniyoruz. Aynı çevrede, aynı ortamda ve aynı işyerinde yaşadığımız için ister istemez çoğumuz yandaş medyanın kurbanı oluyor ve bu da sorun yaşamamıza, birbirimize farklı gözlerle bakmamıza neden oluyor.
İşyerimde HDP’li, MHP’li, CHP’li ve AKP’li işçilerle beraber çalışıyorum ve onların görüşlerini size tarafsız olarak aktarmak istiyorum. Bu süreçte, MHP’li işçilerin görüşleri inanın daha bir olumlu. Yani en azından benim çalıştığım işyerinde öyle... Konuştuğum MHP’li ve ülkü ocaklarında sözü geçen bir abi bana “Neden bu bölünme var, bundan 12 yıl öncesine kadar ne Türk, ne Kürt ayrımı vardı. Fakat bu Kürt açılımı adı altında bizi böldüler ve bu oyunlara gelmemeliyiz” deyip en kısa zamanda gözümüzü açmamızı söylüyor. Ayrıca 1 Kasım’da yapılacak olan seçimlerde barış sağlansın diye hem MHP’nin hem de HDP’nin sandıklarını sahipleneceğini söylüyor. Bu tip bir duruma her ne kadar alışık olmasam da inanın beni “Bağımsız bir Türkiye” düşüncesi yolunda umutlandırıyor.

KAFA KARIŞIKLIĞI VE UMUT KAYNAĞI

Gelelim CHP’li işçilerin görüşlerine... Yıllarca CHP’ye oy vermiş bir amca ile sohbet ettim. Yaklaşık 60 yaşlarında. Kendisi Alevi bir vatandaş olarak bugüne dek CHP’den başka hiçbir partiye -7 Haziran seçimleri hariç- oy vermemiş. Süreci değerlendirdiği zaman herkesin içinde ve büyük bir cesaretle; “Arkadaşlar, ben barıştan yanayım ve barış sağlansın diye 7 Haziran’da oyumu HDP’ye verdim ve barış kazansın diye oyumu yine HDP’ye vereceğim” dedi. Ne kadar tarafsız yaklaşmaya çalışsam da bu durum beni içten içe mutlu etti. Düşünebiliyor musunuz, HDP’ye oy verirken Selahattin Demirtaş’ı “Barış” olarak anıyordu ve bu durum bile bizler için büyük bir umut kaynağı...
Şimdi de AKP’li arkadaşlarımla sohbetlerimden bahsetmek istiyorum. Öncelikle AKP’li iki abla ile sohbetimi anlatayım. Suruç’ta yaşanan ve 32 canın kaybıyla sonuçlanan olayın ardından konuştuğumuzda “Biz de üzülüyoruz, yazık bu gençlere” demişlerdi. Fakat ben başka masaya geçince kendi aralarında konuşmalarına tesadüfen tanık oldum. “Ölenler de HDP’liymiş, oylarımız biraz yükselir” demeleriyle ne kadar iğrenç ve duygusuz olduklarını anladım. Bir başka AKP’li genç kızla konuştum ve inanın ‘Bir insan ancak bu kadar at gözlüğüyle bakar’ dedim kendi kendime... Resmen Recep Tayyip Erdoğan hastası. “Köprü yaptı, yol yaptı” diye savunmaya geçiyordu. Ben “Özgür müsün? Adalet nerede?” dedikçe konuşmak istemiyordu. Fakat AKP’ye oy verip de bu son zamanlarda, Cizre’de olanlardan sonra “Ya aslında haklısın, her şey 400 vekil için yapılıyor ve ben AKP dahil hiçbir partiye oy vermeyeceğim” diyen de var.
Yani bu süreç hepimizi altüst etmiş diyebilirim. Fikirler sabit değil ve insanlar neye ve kime oy vereceklerini şaşırmışlar. Yani en azından ben bunu gözlemledim.
HDP’li arkadaşlarımın görüşlerine gelince hepsi bir ağızdan “İnadına barış, inadına barış!” diyor. Sanırım bu slogan her şeyi anlatmaya yeter.

BİR AN ÖNCE BARIŞ

Sonuç olarak işyerimde 7 Haziran sonrası CHP’li, MHP’li ve HDP’li arkadaşlarım daha olumlular ve bir an önce barışın sağlanmasını, çocuk, yaşlı, kadın, asker, gerilla ölümlerinin olmamasını isterken AKP’li arkadaşlarımın ise 400 vekil çıkmalı dediklerini ya da kararsız olduklarını görüyorum. Yandaş medyanın haberleri ile internetteki gerçek haberleri karşılaştırdığımda bazıları bana hak verirken, bazıları da bana “İnanmayın yalandır yalan” deyip geçiştiriyor.
Ben bir Kürt genci olarak artık barışın bir an önce, hatta slogandaki gibi “hemen şimdi!” sağlanmasını istiyorum. Arkadaşlarımızla Türkiye gündemine değil, işyeri şartlarına çözümler aramak istiyoruz. Fakat bu gündem hepimizi böldüğü için kendi sorunlarımızla bile ilgilenemiyoruz.
Artık annelerin yürekleri yanmasın istiyoruz. Gencecik canların ve hiçbir canın ölmesini istemiyoruz. Yeter artık! Dursun bu savaş! Deyip “İnadına BARIŞ, inadına BARIŞ!..” diyorum.


NİNNİ BEBEK

Açelya ELÇİ
Beyoğlu/İstanbul

Ben annemi ne zaman üzsem, ne zaman benim için fazla endişelendiğini görsem, ne zaman beni özgür bırakmasını istesem bana; “Sen rahmime düştüğün andan itibaren senin için endişelenmeye başladım ben” derdi. Artık demiyor. Demiyor çünkü onu nasıl ciğerimin en derininden, nasıl tüm hücrelerimle anladığımı iyi biliyor. Senin için her gece nasıl dua ettiğimi, her an kaybetmekten nasıl korktuğumu çok iyi biliyor. Bu dünyada anneler çocuklarını kaybetmekten çok korkuyor. Çünkü bebeğim, gelmeye hazırlandığın bu dünya, kötü bir yer.
Sana yalanlar söyleyecekler inanma. Devlet dersleri gerçekleri söylemez insana asla. Hep bir güçlüyü işaret edecek kirli parmaklar. Nerede ezilmiş görürsen oraya git. Güç çoklukta sananlara aldırış etme. Kürt-Alevi bir babanın ve Türk-Sünni bir annenin yani bu ülkede bir araya gelmesi zinhar yasak iki kişinin çocuğu olarak doğacaksın.
Seni beklerken, içimde değişen kimya beni başkalaştırdı. Şimdiye kadar sevdiğim her şeyi daha fazla severken, korktuğum her şeyden daha fazla korkuyorum. Hem daha güçlüyüm, hem de her an yere düşüp dağılacak nar gibiyim. Anaların evlatlarına ağladığı bu ülkede onlarla birlikte ağlamaktan yorulduk. Bu kirli dünyada her birimiz bizden önce gelenlerden daha fazla acı çektik ve daha fazla kirlendik. Her nesilde çocukları katlettiler. Bazı çocukları öyle bir kaybettiler ki anaları kemiklerini bile bulamadı. Bu devlet, büyüklere kızıp cezayı hep çocuklara kesti. Mayınlara bastı çocuklarımız. Polis kurşunlarıyla öldüler. 3 yaşında çocukların adı “terörist” oldu. Ömrü saçlarının örgüsünden kısa 9 yaşında kız çocuklarını buzdolaplarında sakladı anaları. Kurumuş bir gül gibi, yakılmış cennetler gibi yere düştü vurulan güzel bedeni güzel Cemile’nin. Bana kim açıklar çocuğunun ellerini kınalayıp cansız bedenini koynuna sarıp gömmesine izin verilmediği için evindeki buzdolabına saklamanın dehşetini? “Oy anne!” diyerek kollarında son buluyorsa güzel kızının hayatı nasıl nefes alabilir bir anne?
Gerçekten oldu tüm bu olanlar, ama bazıları ağlamadı. Cemile’nin annesine özür borçluyuz. 7 yaşındaki Baran Çağlı’nın, 10 yaşındaki Emin Yanaş’ın, hastaneye kaldırılmadığı için ölen 35 günlük bebeğin annelerine özür borçluyuz. Bebeğim, seni de bu suça alet ettik. Seninle birlikte doğmuş, doğan ve doğacak tüm bebeklere bulaştırdık günahlarımızı. Ne kadar öpsek ellerinden Emine ananın temizleyemeyiz yüreğimizi. Çok ama çok kirlendik. Devlet terörüne kurban giderken Cizre’dekiler, gövdemizi geremedik. Acımızdır bu.
Her ana yanar evladına. Her ana yanar başka başka evlatlara da. Hemen kendini yerine koyar bir başka acılı annenin. Annelerin hangi dilde acı çektiği değil önemli olan. Ve sözcükler farklı olsa da her birimiz “ah anam” diyoruz acının göbeğindeyken.
Bebeğim; bizler iktidarlar için, nüfus kayıt defterinde 11 haneli bir numarayız sadece. Ve numaraların kendilerine karşı çıkma kudreti olmamalıdır. Eğer karşı çıkarsan Cemile’nin annesine yaptıkları gibi ateş düşürürler kalbine. Cehennemi başka yerde arama. Kalbimize cehennem yaşatan Zebaniler var. Bizi attıkları ateş çukurunda her gün yangınımızı harlıyorlar. Sen onlardan olma. Sen kuş bile vurama, karıncalara su taşı, çiçekleri koparma. Sonra uyu da büyü, tıpış tıpış yürü de bostana giren danaları kov. Çok uğraştık biz. Danaları lahanaya doyuramadık.
Bir anne olarak savaşa ancak ben dur diyebilirim. Bu en çok benim hakkım. Birilerinin kanlı savaşlarına, haksız kazançlarına seni kurban etmek değil niyetim. Mesela askere gitme günün geldiğinde, elini kınalayıp boynuna bayrak asıp “Vatan sağ olsun” diyemem ben. Set gibi gerip gövdemi önüne “dur” demek kirli oyunlara, boynumun borcudur. Hep istedikleri gibi susarak değil, var gücümle “Pis ellerinizi çekin çocuklarımızdan!” diye bağırmaktır bana düşen. Ve bebeğim; kirli bir savaşa alet etmek isterlerse eğer seni, o savaşa gitmemen için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum.


HÂLÂ AĞLAMAYA DEVAM EDİYORUZ

Fatoş Esenyalı Kadın Dayanışma
Derneği Üyesi / İstanbul

‘90’lı yıllarda henüz 12 yaşındayım. Varto’nun bir köyünde dört kardeşim, annem ve babam yaşıyorduk. Yine ortalığın karışık olduğu bir dönemdi Varto merkezde gece, gündüz de köylerde çatışmalar olurdu. Bizler tedbir amaçlı kurşunların gelmeyeceğine emin olduğumuz bir orta odamız vardı orada yatardık. Hemen her gün gerilla ölümleri duyardık. Çünkü hepsi bizim köyün ve diğer yakın köylerin gençleriydi. Üzülürdük... Sokağa rahat çıkamazdık, gezemezdik. Gündüzleri en azından hayvanlarımıza bakar ve birtakım işlerimizi görürdük.
Bir gün askerler bizim köyün tam karşısına havadan ve karadan topla, tüfekle saldırdı. Bir sürü yaralı ve ölü askerlerin olduğu söylendi. Bir tane kadın dizlerine vurdu, “Askerler çok kötü, çok yaralı var” dedi.  Ambulanslar vızır vızır. Sağlık ekibinden bir kadın, bacakları kopan bir askere sordu “Sen nasıl bu hale geldin?” diye. Asker, “Abla bizimkilerin havadan attığı bomba sonucu” diye cevap verdi.
Peki TSK kime operasyon yapmıştı? Köylüler ormana odun kesmeye gitmişler, bir eşeğin sırtında yük varmış. Bunu gören asker de “PKK’lılar var demiş” ve dağı taşı bombalamışlar. Birçok askerin ölümüne neden oldular. Aynı gün radyoda haberler “Muş’un Varto ilçesinde PKK’nın açtığı ateş sonucu şu kadar asker öldü, şu kadarı da yaralı” diye veriliyordu. Benim babam çok devletçi bir adamdı, kesinlikle PKK’yi desteklemiyor ve onları suçluyordu. Çünkü devlet, asker hep PKK’yi suçluyor, yaptıkları her şeyi PKK’nin üstüne atıyorlardı.
Bir akşam evimize birileri geldi. Annem babama seslendi “Çabuk gel, gençler gelmiş” dedi. Gerillalar gelmişti, içlerinde ablamın okul arkadaşları da vardı. Babam onlara çok kötü davrandı, evden kovdu. Babam onların evleri ve köyleri yaktıklarını, çocukları öldürdüklerini duymuştu ve kötü biliyordu. Ama o günden sonra –yani babam onları evden kovduğu için– kimse bizi öldürmedi, dövmedi, evimizi yakmadı. Bizler ise hep asker kurşunu gelir diye korkuyorduk.
Hatta yaşadığım başka bir olay bunun somut örneğidir. Bir gün bizim köyün çobanı benim kardeşim ve teyzemin oğluna sürüyü baktırıyor. Kardeşim henüz on yaşında. O günde bizim köyden biri çocuklara bir koç emanet ediyor akşama gelir alırım diyor. Askerler geliyor sürünün yanında duruyorlar çocuklara bu süreden bir tane alacağız diyorlar. Ve emanet koçu istiyorlar. Kardeşim de “Yok komutan abi o olmaz. O koç bu sürünün koçu değil sadece sahibi bu günlük emanet olarak verdi. İstediğini al ama emaneti alma” diyor. Bunun üzerine komutan küfür etmeye başlıyor, 10 yaşındaki çocuğu silahın dipçiğiyle dövüyor. “PKK’lılar için mi besledin bunu, yoksa onlara vermek için mi bana vermiyorsun?” deyip uzun süre kardeşime işkence ediyor. Akşam eve geldiğinde annemin onu yıkamasına izin vermedi. Sonra “Ben seni yıkayayım” dedim izin verdi. Vücudunu gördüğümde dilim tutuldu. Yemin ettirdi bana anneme söyleme üzülmesin diye. Sonra okulumuzu kapattılar. Babam beni ve üç kardeşimi Ankara’ya ablamın yanına gönderdi. Oralardan kurtulalım kendimize bir hayat kuralım diye.
Şimdiyi ‘90’lı yıllarla karşılaştırdığımda pek bir fark yok. Cizre’deki 30 günlük bebeği unutamıyorum. Üstelik Varto yine alev alev yanıyor. Ben evlendim İstanbul’a yerleştim. Ama annem, babam ve abim oradalar. En son olaylarda yine onlara hiçbir şekilde ulaşamadım. Geceleri çok korkuyorum uyuyamıyorum. Çünkü o çatışmalı ortamı yaşadım, biliyorum. O zaman biz evimizi terk etmedik. Ama şimdi babam köydeki evini terk etmek zorunda kaldı. Ve babam artık devleti tanıdı. Şimdi türbelere bomba atıyor, evleri kurşunluyorlar. Gencecik kadınlar çocuklarının cansız bedenlerini buzdolabına koyuyorlar.
Değişmeyen şeylerden birisi de kadınlar. Hep kadınlar acı çekti ağladı. Halen ağlamaya devam ediyoruz. Bu nedenle şiddet nereden gelirse gelsin biz kadınlar onun karşısında olmalıyız. Bir kadın ve anne olarak kesinlikle barış diyorum. Sevgiler.


NEDEN BARIŞ?

Canan ÇIPLAK KILIÇ
Gülsuyu Gülensu Kadın Dayanışma Evi

İnsanlar neden barış istiyorsun diye sorduğunda aklıma gelen tek şey çocuklar oluyor. Korkan, yaşlı gözler, ürkek bakışlar, titrek sesler, yaralar içinde minicik yüzler… Sosyal medyada bolca dolaşan fotoğraflar geliyor gözümün önüne.
Fotoğraflardan birinde kendisi küçücük ama yüreği kocaman olmuş bir abla var. Yalın ayak, yırtık pırtık kıyafetler içinde. Gözlerini elleriyle kapamış, elinin altından korkarak baktığı sahneden kardeşini kurtarmaya çalışıyor asilce. Onu koruyacak bir anne-babaya ihtiyacı var aslında. Ama anne baba ya da her hangi bir yetişkin yok bu fotoğrafta. Muhtemelen baba savaşta, anne ise meçhul. Belki savaş ganimeti olarak kaldı bir yerlerde, belki de bir şarapnele denk geldi… Arkada kendisine kol kanat gerilmesini beklerken, kendini kardeşine siper etmiş minikler kaldı sadece…

KORKULU GÖZLER

Bir başka fotoğrafta taranmış, yıkık dökük bir göz odada korkudan saklanmış üç çocuk var. Diğerlerine göre daha büyük olan kendini öne atmış. Olanca korkusuyla, gözleri dolu dolu etrafı kolaçan etmeye çalışıyor. Belki kardeşleri yanındaki minikler, belki de arkadaşları. Olanca korkusuna rağmen onların korkularını yüklenmek, korkuyla yüzleşmek zorunda hissetmiş kendisini… O yaşta kocaman bir yük yüklenmiş sırtına, muhtemelen altında ezilmekten kurtulamayacak zamanla…
Bir diğer fotoğrafta yıkık dökük evlerden birinin etrafına dökülmüş ekmek kırıntıları var. Bu kırıntıların başında da alelacele utanarak yemeye çalışan çocuk var. Kafasını utançtan mı korkudan mı bilmiyorum dizlerinin arasına saklamış, üstünde kir pas içinde kalmış bir ceket, yarı çıplak halde… İçindeki açlığı tahmin bile etmek mümkün değil. Hangisi daha kötü acaba; ilgiye, şefkate, sevilmeye duyduğu açlık mı, yoksa vücudunda ağrılar yaratan, gözlerini karartan, kendisini baygın hale getiren açlık mı?

HAVADA ÇOCUK ELLERİ

Kocaman bir silahın karşısında çaresizce ellerini açmış, o silahı tutan askere şaşkınlıkla ne yapmalıyım diye bakan çocuk var diğer bir fotoğrafta. Belki annesinin babasının kardeşlerinin neden öldüğünü anlamaya çalışıyor? Belki yardım istiyor karşısındaki askerden? Belki de oyun sanıyor tüm olan biteni…
Üç tane silahın yüzüne tutulduğu, bebek fotoğrafına ne demeli bilmiyorum? Henüz 1-2 yaşında olduğunu tahmin ettiğim bir bebek, üç tane silahlı tarafından çevrilmiş etrafı. Henüz konuşamayan, düşünemeyen bu bebek nasıl bir suç işlemiş olabilir ki üç silahı yüzünde hissetmek için? Aslında utanarak düşünüyorum ki diğerlerinden şanslı bu bebek… Olur da ölüm denen o karanlıktan kurtulabilirse hatırlamayacak bu sahneyi…
Ve ellerini ayaklarını kaybetmiş üç çocuk fotoğrafı. Yan yana geçmiş etraflarındaki yıkık dökük evlerin arasında poz vermişler. Savaşın umarsızca kendinden çaldığı oyunları düşünüyorlar belki… Belki büyüyünce futbolcu olmak istiyordu içlerinden birisi, bir diğeri yazar ya da bilim adamı olmak istiyordu. Ama bunları savaştan sonra yapabilmek için ne elleri kalmış ne de ayakları… Gözerinde olması gereken o parıltı sönmüş, yerini derin bir umutsuzluk ve öfkeye bırakmış adeta…

BARIŞ İÇİN SAVAŞ

Fotoğraf makinesi karşısında kokudan titreyerek, ürkek gözlerle ellerini havaya kaldıran kız çocuğu fotoğrafı var bir de… Fotoğraf makinesini silah sanıp teslim oluyor korkudan…
Bunlar gibi nice fotoğraf var çekilmiş ve hatta çekilememiş… Hani neden barış diye soruyor ya insanlar; ben bu fotoğrafların varlığını istemediğim için BARIŞ istiyorum işte.
Bir çocuk psikologu olan Haim Ginott der ki; “Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerine ne düşse iz bırakır.” Düşünsenize bu fotoğrafları yaşayan çocukların üzerine düşen izleri. Açlık, korku, umutsuzluk, çaresizlik, sakatlık… Ve daha nice olumsuzluk. Sonra bu izlerle büyüyen çocukları düşünün. Böyle bir toplumu, sonrasında da bu çocukların yetiştireceği çocukları… Bu durumda gözümün önünde beliren kocaman bir karanlık oluyor sadece. Hani hep denir ya “Çocuklar geleceğimizin teminatıdır” diye. Çocuklara bunları yaşatanları nasıl bir gelecek bekli-yor acaba?
Eğer yeryüzünde illa bir savaş olacaksa ben BARIŞ için savaşmak istiyorum Albert Einstein’ın dediği gibi…


KADIN... BARIŞ... YAŞAM

Ferhan ÖZGEN
Maltepe/İstanbul

Kadınlar, doğurgan olmalarından kaynaklı, üretken ve yaratıcıdırlar. Hayatın içinde su ve toprak kadar önemli olmalıdırlar. Fakat sistem kendi egemenliğini sürdürebilmek için kadının yeryüzündeki doğal halini insan zihni üzerinde kullandığı araçlarla (basın yayın, din faktörü vb) hak etmediği şekilde unutturmuş, en temel hak ve özgürlüklerine el koymuştur.
Yeryüzünün herhangi bir yerinde, özgürce bir yaşam, kadınların kendi öz güçleri ile yarattığı bir sistemle olacaktır.
Paranın egemenliğini sürdürdüğü bu düzende, insanın önemsizliği, önce kadının gücünü, birlikteliğini yok ederek, onu yalnızlaştırmaktır. Onun için barışın öncelikle kadınların ellerinde olgunlaşacağı bir gerçektir. Ben bir anne olarak, ölen her çocuğun annesinin duyduğu acıyı, yüreğimde hissediyorum. Evlatlar, annelerinin can damarlarıdır.
İşte barışın önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü barışın olduğu yer, acının olmadığı yerdir.
Kadının gücü, barışın gücü olana dek, birlikteliklerini, bütün farklılıklara rağmen, yan yana olmak bilincinden geçtiğini ve bunun bir gün mutlaka başarılacağına, kendime inandığım kadar inanmaktayım. Tarih de bunu gösterecektir.

ÖNCEKİ HABER

Artık karanlık çökünce herkes evine çekiliyor

SONRAKİ HABER

Yıkıma ve talana karşı direnenler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...