17 Eylül 2015 00:17

‘Susma hakkımı kullanmıyorum’

Paylaş

Dilan BOZYEL

Fotoğraf sanatı hayatıma resmi giriş yaptığı gün yani yaklaşık sekiz yıl önce söz vermiştim kendime: “Asla insanları kahredecek bir görüntüyü vizörümden sokmayacağım.”
Hem ne haddime; ben ki arkadaşlarımın Heidi’siyim, Amelie’siyim, Mathilda’sıyım, Polyanna’sıyım; ben ki tüm çocukluğumu Liceli bir babanın, Limasollu bir annenin Diyarbakır’ da; bir aşk altında buluşmasıyla büyümüşüm, ben kimim ki; onca canını tehlikeye atabilen iyi fotomuhabir varken dünyada.
Sonra tecrübelendikçe, bildiklerimi paylaşma dürtümle; fotoğraf dersleri vermeye başladım, atölyeler, seminerler derken; genç kardeşlerimle, arkadaşlarımla her buluşmamızda aynı fotoğraf üzerine tartışmalar başladı: “O akbabalı fotoğrafı (Kevin Carter’ ın intiharına neden olan fotoğrafı) ben çekseydim çocuğu kurtarır mıydım?” Stabil olamadım cevaplarken her soruluşunda, çünkü hep sordum kendime: “Önce fotoğrafı çekip sonra çocuğu kucaklayıp kurtarma şansım olur muydu acaba?”
Hayatımda mutlu, yorgun ama dolu dolu yıllar devam ederken, apolitik ben; barışçıl yanımdan hiç vazgeçmeden bir anda siyaseti öğrenmeye çalışırken buldum kendimi; belki Gezi ruhuydu içimdeki, belki Diyarbakırlı kanımdı, belki kimliğinden ötürü çocukluğunda, gençliğinde bin tane sorun yaşayan babam ve arkadaşlarını anlamaya çalışma yaşlarım başlamıştı.
Bir yanım gümbür gümbür feminizm ritmiyle kadınları savunuyor, diğer yanım barış da barış diyor tüm insanlık adına. Her yeni okuduğum tarih, her yeni anladığım önemli olay, başımda ÖSS belası olmadığı için beni daha çok kışkırtmaya başladı. Gazeteci, yazar, siyasetçi ablalarım, abilerim ve üstatlarım ile ufkumu açan, fikrimi kamçılayan fikir sohbet saatlerim; gezip tozan partilerde dans eden genç arkadaşlarımdan seve seve kopmamı sağladı. Otuz yaşıma vardıkça dünyamın pembe bulutu silinmeye; renkler, gerçekler daha net görünmeye başlamıştı. Elbette bir Kevin Carter olmak değil hayalim ya da dünyayı kurtaracak bir aktivist de olmak değil aynı hayalim... Başladığım noktadaki çocuk kalbimin naifliğinden ödün vermeyişime gülümsüyorum hâlâ fark ettikçe kendimi aynalarda. Çünkü, hâlâ ‘bir kişinin bile hayatını sanat aracılığıyla okşasam, bulunduğu kafesten çıkmasına destek olsam’ hevesiyle canla başla çalışmaya devam ediyorum.
Hatta çoğu zaman klişe kalıplar dahilinde bilinen “kendime bir hayat kurmak”tan vazgeçiyorum bu hevesim, inancım ve tutkum sayesinde. Derken, size bu sayfada asıl anlatacağım hikayemle karşılaştım; kader beni silah sesleriyle buluşturdu.
Bir süredir Diyarbakır Alternatif Üretim ve İstihdam Derneği ile bir kadın projesi üzerine çalışıyorum. Dernek başkanımız değerli Gülbahar Örmek ve ekibiyle, evlerinin geçimini sağlayan, hiç durmadan çalışan Kürt, Süryani, Ermeni ve o bildiğimiz tüm güzel azınlıkların kadınlarını fotoğraflamaya başladım. Bu belgesel projemizin amacı, bir kitap haline gelip; Kobanê’den Ermenistan’ a, Ermenistan’ dan İstanbul’ a sergilenecek ve ‘kadın’ gücünün farkındalığını arttıracak şekilde insanlara ulaşıp, kadın tarihine dahil olacak.

Proje çekimimizin ikinci ayağı geçtiğimiz haftalarda devam ediyordu, ilk gün Diyarbakır Suriçi’nde buluştum kadınlarla. Mesela sabah 6’da çekimini yaptığım güzel kadın; her sabah uyanıp tandırda ekmek hazırlayıp, çocuklarına sofra kurmadan önce Kobanêli ve Suriyelilerin kamplarına elleriyle hazırladığı ekmekleri leğenler içinde taşıyordu.
İkinci gün, Silvan’a gitmemiz gerekiyordu; orada fotoğraflanmayı bekleyen emekçi kadınlar vardı. Malum olaylardan ötürü yola çıkmamız mümkün görünmüyordu, bu beni daha kamçılamıştı.
‘Kendi memleketimde fotoğraf çekmek için nasıl yola çıkamazdım?!’
Ekibimiz, bana benden daha çok inandı ve ‘tehlikeli’ dedikleri yola çıkmış bulduk kendimizi.
Derken haberler geldi; çatışma tekrar başlamıştı. Hayır, dedim. Yola devam.
Yolda durdurulacağımız söylendi, bu benim için yabancı bir durum değildi. Yirmi yılımı Diyarbakır’ da geçirdim; ailemle her yola çıkışımızda jandarma kontrol noktasında gencecik, omzundaki kaleşnikofa güvenmeye çalıştıkça korkuyla bakan askerleri tanımıştım.
Bir de aile görünce hüzünlenen asker ellerini tanımıştım. Kimliklerimizi tutarken titriyorlardı çünkü. Her nerenin askeri olursa olsun, ‘asker olmak’ haksız bir durumdu; bunu çok küçük yaşlarımda öğrenmiştim. Bu sebeple vicdani retçi desteğim de gururla hayatıma dahil olmuştu.
Silvan’a girerken kepenklerin kapalı, çocukların yalnız başına kaldırımlarda oturduğunu gördüm. Arabanın penceresini açtım hızlıca, kamerama davrandım. Göz göze geldiğim o çocuk; “Allahım lütfen şu an hâlâ yaşıyor olsun, öyle endişeli bakmıştı ki bana. Bağırarak ‘topunu bul, top oyna sokaklarda. Kalemini al, kitaplarını al; büyü çocuk’ demek istedim.

Hayır, sıcak bölgelerde bu denli romantik olmamam gerekiyordu. Ben şair değildim ki rakı sofrasından çocuklara şiirler yazayım. O şairlerin kanında hissettiği acıyı, gözlerimle hissedip; aktarmam gerekiyordu sizlere.

Ama en başa dönersek; kendime bir söz vermiştim. Acıyı paylaşmayacaktım.
Düşüncelerimi dağıtan silah sesleri başlamıştı. Yoldan geçen bir amca, seslendi:
‘Evinize gidin, asker sizi dinlemez; öldürüyorlar önüne geleni.’
Telefonuma baktığımda ne internetim ne de hattım çalışıyordu.
Çatışmanın içinde bir eve geçtik hızlıca, savaş etkiler mi doğulu sıcak misafirperverliği? Asla!
Silah sesleri eşliğinde kurdukları bir sofrada oturdum. 90’larda çocukken yaşadığım bu sahneye alışık olduğum için; elbette yine korkmadım. Ev sahibimiz Kürtçe konuşuyordu, ilk söylediği söz ‘bizim ev çatışma manzaralı, Silvan’ın en güzel evi’. Gülsek mi ağlasak mı diye birbirimize bakıverdik.
Sokaktan geçen ve gazetecileri ‘kovalayan’ TOMA’dan duyurular başladı: ‘Bir sonraki emre kadar sokağa çıkma yasağı başlamıştır, evlerinize dönün.’ Bulunduğum evin balkonunda olan biteni izliyor, dua ediyordum sersem bir şekilde. Bir yerler yanmaya başlayınca, bir koşturmaca oldu. Belli ki asker acımamıştı. Belli ki asker kendine bile acımamıştı. Koşan çocukları izlemeye başladım, birkaçı bir şeyle uğraşıyordu. Ne atılan biber gazı ne sıkılan kurşunlar umurlarında değildi. Evet yanlış görmüyordum. Çatışmadan bir yavru kedi kurtarıyorlardı.
Dilan, dedim. İşte şu an, o sözünün arkasında dur ve çek şu kareyi. O an anladığım çok şey oldu. En hüzünlüsü, şair olmak için rakı sofrasında olmama gerek olmadığıydı. Çünkü, bizim topraklarda onca ölene, onca öldürülene, onca vahşete rağmen ‘insanlık ölmedi, ölmeyecek.’

ÖNCEKİ HABER

Şampiyonlar Ligi'nde geceye Florenzi'nin 55 metreden attığı gol damga vurdu

SONRAKİ HABER

Ahmet Büke: Öykü tekinsiz iş, elinizde patlayabilir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...