29 Ağustos 2015 00:58

Çipras’ın ihaneti sol içinde ciddi tartışmalar yarattı

Paylaş

SYRIZA’nın seçimleri kazanmasıyla yeşeren umut, referandumdan ‘hayır’ çıkmasına rağmen Troyka’ya teslim olunması Avrupa’nın her yerinde çok ciddi tartışma yarattı. Düne kadar ‘sosyal Avrupa’, ‘emeğin Avrupa’sı’söylemlerini savunan ilerici güçler, Aleksis Çipras’a dayatılan diktayı tartışıyor. İstisnasız tüm bu güçler içerisinde AB’nin yürürlükte olan kurumları var olduğu sürece bu söylemlerin ne kadar gerçekçi olduğu, nasıl mümkün olacağına yönelik bir tartışma da devam ediyor. Bu konu Alman solu içinde tartışılırken, ‘Yapılacak başka bir şey yoktu, Çipras kötüler içinde en iyisini tercih etti.’ diyenler yanında, “Çipras halkın umutlarını istismar ederek oy aldı ve her burjuva politikacı gibi tekellerin ve bankaların hizmetine girdi” diyenler de var. Aşağıda Oskar Lafontaine’in “parmağımızla Çipras’ı göstermeden önce kendimize bakalım” diyen bir değerlendirmesini sunuyoruz. 

Fransa yine bir terör saldırısına maruz kaldı ve büyük bir katliam kıl payıyla engellenebildi. Ardından yine ülke gündemi “teröre karşı” mücadele oldu. Cumhurbaşkanı, Charlie Hebdo saldırısından sonra izlediği askeri ve militarist önlemlerde bir adım daha ileri gitmeye karar verdi gibi. Humanite gazetesinden seçtiğimiz yorum Hollande’ın biraz daha George Bush’a yakınlaştığını iddia ediyor. 


YUNANİSTAN HÜKÜMETİNE YAPILAN BASKIDAN DERS ÇIKARMAK

Oskar LAFONTAİNE
Junge Welt

Avrupa’da birçok insan Aleksis Çipras’ın Yunanistan başbakanı olmasına büyük umut bağladı.  SYRIZA başkanı haftalar süren pazarlıklar sonrası tasarruf diktasına boyun eğdiğinde ise hayal kırıklığı çok daha büyüktü.

Aleksis Çipras ve SYRIZA’yı parmakla göstererek ahlaki olarak mahkum etmek haksızlık olur. Bunun yerine Avrupa solunun deneylerinden yararlanarak Avrupa’da hangi koşullarda demokratik ve sosyal, yani sol bir politika hayata geçirilebilir sorusuna cevap aramalıyız.

Bir şey öğrendik: Kendini tarafsız ve politikadan uzakmış gibi gösteren Avrupa Merkez Bankası para musluğunu kapatırsa AB içinde demokratik ve sosyal ilkelere göre işleyen bir politika sürdürmek imkansızdır. Bir zamanların yatırımcı bankeri şimdiki AZB Şefi Mario Draghi ise ne tarafsız ne de politikadan uzak bir kişi. Wall Street Bankası Yunanistan’a bilançolarında hile yapması konusunda yardımcı olduğunda Draghi, Goldman Sachs’da çalışmaktaydı.  Bilançolarda hile yapıldı ve bu sayede Yunanistan’ın AB’ye girmesi sağlandı.

Geride kalan aylar boyunca Yunanistan’da drahminin tekrar tedavüle sokulup sokulmaması üzerine çok tartışıldı. Aslında sorun bu soruya indirgenerek darlaştırılıyor. Sadece Yunanistan’da değil Güney Avrupa ülkelerinde gençler arasındaki işsizlik oranı dayanılmayacak düzeyde,  birçok ülkede sanayi işletmeleri yok ediliyor. Gençliğe gelecek sunmayan bir Avrupa, parçalanma ve aşırı sağ milliyetçi grupların avı olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

SORU ‘DRAHMİ Mİ AVRO MU’ OLAMAZ

Sorumuz; ‘drahmi mi avro mu?’ olmamalı. Sol, felaket olarak nitelenebilecek gelişmelere rağmen hâlâ avroda kalmak mı yoksa adım adım esnek bir Avrupa para sistemine mi (EWS) geçilmeli konusunda karar vermelidir. Ben herhangi bir Avrupa para sistemine geçilmesinden yanayım. Bu para sistemiyle geçmişte yapılan deneyler, katılan tüm ülkelerin çıkarlarının korunduğu ve yapısal olarak güçlendirildiğini göstermiştir. Gerçi yıllar boyu EWS’in de Avrupa’daki tek tip para sistemi gibi (avro) problemli olduğu belirgindi ama arada sırada ortaya çıkan gerilimlere rağmen uzlaşma sağlanmaktaydı ve bu para birimi üye ülkelerin farklı ekonomik gelişimlerine uygundu. Üye ülkelerin merkez bankaları -ne yazık ki sadece kısa bir süre için de olsa- EWS üyelerinin kur dalgalanmalarını dengelemekle mükelleftiler. Avroda ise İspanyol, Yunan ve İrlandalı işçi ve emekliler, AB içindeki yükü ücretlerde kısıtlama, emeklilik maaşının azaltılması ve vergi zamlarıyla taşıyorlar. Avrupa para sistemi ise avronun tersine Avrupa halklarının iş birliğini teşvik etmekteydi.

Düzenli olarak yapay değer kur kaybı ve artışı ile Avrupa halk ekonomilerinin birbirinden farklı gelişimi engellendi. O zamanlar, Alman Merkez Bankasının baskınlığı büyük bir problem olmasına rağmen Alman ekonomisi, Merkel, Schaeuble ve Gabriel hükümetinin şimdi üye ülkelerin söz haklarını gasbetmesi yanında oldukça zararsız kalmaktaydı. Şimdilerde ise gelişim oldukça korkunç ve örneğin İtalya’da herhangi bir hükümetin ülke sanayisinin bu denli yok edildiğine göz yumulamayacağını fark etmesine az kaldı. Bu bağlamda özellikle Alman solunda Avrupa’nın geleceği tartışmasını başka bir yöne çeken çok önemli bir yanlıştan söz etmek gerekiyor. Avrupa’da karar yetkisinin tekrar ulusal düzeye döndürülmesi talebi milliyetçilik ve Avrupa düşmanlığı olarak mahkum ediliyor. Buna, Alman tekel ve bankalarının çıkarları için yayın yapan basın refakat ediyor ve solda birçok kişi de bu oyuna geliyor.

ÖZERKLİK DEMOKRASİNİN TEMEL TAŞIDIR

Bu, Neoliberalizme yeni kanallar açan, yetkinin uluslararası düzeye taşınması, Avrupa Birliği ideolojinin ikonlarından olan Friedrich August von Hayek tarafından daha 1976’da, bir Anayasa maddesi ile ortaya konuldu. Bu nedenle şimdi yürürlükte olan pazar özgürlüğünün ve düzensiz sermaye dolaşımının Avrupa’sı hiçbir zaman sol bir proje olmadı. Kurulalı beri Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosunun sanayi lobisinin isteklerini yerine getiren organlar olduğu tüm boyutuyla ortaya çıktı. Aynı zamanda karar yetkisinin uluslararası düzeye taşınmasının demokrasi ve sosyal devletin yok edilmesi anlamına geldiği de sergilenmiş oldu. Bu konuda inanmış, uzun süre görevlerin Avrupa düzeyine taşınmasından yana olan bir Avrupalı olarak bu eleştirileri geç yaptığım için kendime de eleştirel yaklaşıyorum. Ancak hâlâ etki alanı oldukça geniş Alman Filozof Jürgen Habermann, çok sayıda politikacı ve ekonomi uzmanı, yıldan yıla Avrupa halklarını birbirine düşürdüğü ve yanlış bir yola yönlendirdiği açığa çıkmasına rağmen bu düşüncede ısrar ediyorlar. Thomas Mann’ın ‘Avrupa’nın Almanyası hayali tersine döndü, artık ‘Almanya’nın Avrupası’na sahibiz.

Demokrasi ve ademi merkeziyetçilik birbirinden bağımsız gerçekleşemez. Merkezileşme, birlik ne kadar büyükse o kadar berraklıktan uzaktır ve kontrol edebilmek de o kadar zordur. Özerklik prensibi her demokratik toplumun temel taşıdır. Yerel düzeyde kararlaştırılabilecek olan orada kararlaştırılmalıdır, bu bölgesel ve ülke düzeyinde de tabandan tavana doğru Aynı prensip AB ve BM düzeyinde de uygulanmalıdır. Karar alma yetkisi sadece orada karar alınmasının daha iyi olacağına emin olunduktan sonra üst düzeylere taşınmalıdır.

Karar ve yetkilerin yanlış organlarda alınmasıyla ilgili olarak çok sayıda örnek gösterebiliriz; örneğin dünya çapında faaliyet sürdüren ‘kumarhane bankalara’ değil yerel bankalara ihtiyacımız var, büyük mali ihtiyaçlar eyalet bankaları veya ulusal bankalar tarafından çok güzel karşılanmaktaydı. Avrupa çapında büyük santralleri ve ağları ile var olan enerji devlerine ihtiyacımız yok.  Tekrar kullanılabilir enerji üreten santralleriyle bölgesel kapasiteye sahip olan yerel enerji işletmeleri ihtiyacımızı karşılayabilir.

AB’de ulusal bankalar sermaye dolaşımı kuralsızlaştırılarak büyük ölçüde baskı altına alındı, dünya çapındaki spekülasyonlara kapı açıldı. Halbuki bankalar kurulma amaçlarına uygun hareket ederek devletleri finanse etmeliler.

Yeniden Avrupa para birimi sistemine dönüş adım adım gerçekleştirilmeli. Örneğin drahminin tekrar tedavüle sokulmasına Avrupa Merkez Bankası destek vermeli. Belki de Yunanistan, Schaeuble’den Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nden çıkarılması projesini somutlaştırmasını istemeli. Bilindiği gibi Schaeuble, Grexit durumunda borçların yeniden yapılandırılacağı ve kalkınmayı teşvik edecek insani ve teknik yardım yapılacağı sözü vermişti.

Eğer bu teklif ciddi ise ve Avrupa Merkez Bankasının maddi desteği de garanti edilirse avro taraftarı çoğu kişinin drahminin tekrar tedavüle sokulması halinde ortaya çıkabileceğini öne sürdüğü korkulu senaryolar yok olacaktır. Yunanistan da Kron’u tedavülde olan Danimarka’da olduğu gibi değişken kur mekanizmasıyla ikinci Avrupa para sistemine dahil edilebilir.

AVRUPA SOLU AB POLİTİKASINI GÖZDEN GEÇİRMELİ

Muhafazakâr veya sol liberal kesimden çok sayıda tanınmış ekonomist ve para uzmanının Yunanistan’ın avro sisteminden bu koşullarla çıkışından yana olması çok şaşırtıcı ve sevindirici. Yunanistan’ın ekonomiden anladığı açık olan Eski Maliye Bakanı Varufakis, Drahmi’nin tedavüle sokulması ile ilgili bir senaryo hazırladığı için AB içindeki meslektaşlarının tepkisini çekmişti.  Varufakis, Draghi’nin, para musluğunu kapatması yani uzmanların deyimiyle ‘nükleer seçeneği’ uygulamaya sokması halinde bir B planına sahip olmak istemekteydi. Gerçekten de bir zamanların yatırımcı bankeri Draghi, bu silahı devreye soktu. Schaeuble’nin yanı sıra Avro Bölgesi’nin kötü çocuklarından biri olan Draghi, SYRIZA hükümeti kurulduğunda Çipras’a diz çöktürmek için Avrupa Merkez Bankasının işkence yöntemlerine başvurdu.

Yunanistan’dan sonra Avrupa Birliği ülkelerinden başka birinin de aynı duruma düşmesi halinde Avrupa solunun bir B planı olmalı. Demokratik açıdan meşruluğu olmayan Avrupa Merkez Bankasının otomatik olarak demokrasiyi devre dışı bıraktığı işlerlik sona erdirilmeli. Avrupa para Birimi Sisteminin (EWS) adım adım tedavüle sokulması, bu tehlikenin azalmasına yol açacaktır. Alman solu Merkel’in ‘Avro ölürse Avrupa da ölür’ mantrasını deşifre etmeli. Avro Bölgesi, Alman tekelleri ve Alman bankalarının egemenlik aracı haline geldi. Demokratik ve sosyal bir Avrupa’dan yana olan sol, Yunanistan deneyinden yola çıkarak Avrupa politikasını değiştirmek ve yeni bir yol izlemek zorundadır.

(Çeviren: Semra Çelik)


FRANÇOİS HOLLANDE, NEOMUHAFAZAKARLARIN MÜZİĞİNDEN ÇALIYOR

Aurelien SOUCHEYRE
Humanite

Şiddet şiddet ve tekrar şiddet. François Hollande kararlı. 7 Ocak’tan bu yana Cumhurbaşkanı her saldırıdan sonra aynı şiddet söylemlerine sarılıyor. Salı günü, Elysee sarayında büyükelçilerin önünde yaptığı konuşma da bir defa daha savaşçı söylemleri öne çıkarttı. “Başka saldırılara hazırlanmalıyız, yani kendimizi korumalıyız […] Terörizme karşı, kuvvete başvurmak bir zorunluluktur”. Kuşkusuz, Cumhurbaşkanının vatandaşları koruması gerekir ve bu yönlü önlemlerin de alınması gerekir, yalnız bu yönlü atılan adımlar ve yılın başında onaylanan özgürlükleri kısıtlayan istihbarat yasasında olduğu gibi, söz konusu önlemler açıkça başka alanlara kayıyor.

Üstelik sorun sadece onaylanan önlemler de değil. Bundan da öte, artık git gide konuşmalara egemen olan söylemleri görmek gerekir. Örneğin haziran ayında Cumhurbaşkanı “bunun cevabı harekete geçmektir. Korkuya kapılmamak lazım, asla, ne de gereksiz bölünmelere izin vermek lazım, bu kesinlikle kabul edilemez. Gerçekleri konuşmak lazım ve grupların olduğu gibi kişilerin de kökünü kazımak gerekiyor”. Hemen ardından Başbakan Manuel Valls “uygarlık savaşından” bahsetmişti. “Durdurmak” ya da “engellemek” kelimelerinin yerine Cumhurbaşkanının tercih ettiği “kökünü kazımak” kelimesi gerçekten düşündürücü. Diğer taraftan “gereksiz bölünmelere izin vermeme” çağrısını ise bizzat onun bakanları çiğniyor. Pazartesi Taşıma Bakanı Alain Vidalies çekinmeden şunları söyledi: “Seyirci kalmaktansa, ayrımcı politika izlemeyi tercih ederim”. Bakan Amsterdam-Paris arası yolculuğunda Thalys saldırısından sonra çözüm olarak “kafaya göre arama”, kimlik kontrolü yapma yönteminden bahsediyor. Gelen tepkiler karşısında özür diledi ve kendisini yanlış ifade ettiğini belirtti. Ama artık ok yaydan çıkmış oldu. Kime yönelik ayrım politikası izlenecek? Kim var sayılan bir etnik kökeni ya da inancına yönelik kimlik kontrolü ve sokakta aranmaya maruz kalacak? Peki, ayrımcılığın yıkıcı sonuçlarına karşı kim mücadele edecek? Neye değinerek ayrımcılığın daha “etkili” olduğu ifade ediliyor?

Bu sözlerle toplumun bir kesimi boştan yere ve ciddi olarak suçlu olarak gösteriliyor. Yani toplum artık şüpheli olanlar ile şüpheli olmayanlar diye ikiye bölünmüş olacak.

Büyükelçilerin önünde, François Hollande, “Güvenliğimiz her şeyden önce gümrüklerimizin içendedir, […] ama dışarıda da” diye ifade ettikten sonra bu cephelerin neler olduğunu teker teker sıralıyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki Suriye krizinin çözümü, ona göre, Beşar el-Esad’ın “etkisiz kılınmasından” geçiyormuş. Sonuna kadar bu savaşçı söylemler Amerikalı neoconları hatırlatıyor. Bu siyasi kayma bir gün önce bir başka konuşmada da görülüyordu. Cumhurbaşkanı, George W. Bush’ın “şeytan hattına” karşı “iyilik hattı” nı hatırlatan şu sözleri ifade etti : “Başucumuzda bulunan kötülüğe karşı iyilik, yani insanlık, bulunmaktadır”.

(Çeviren: Deniz Uztopal)

 

ÖNCEKİ HABER

TGC ve TGS basın toplantısı düzenliyor: Yeni Basın Kartı Yönetmeliği neler getirdi, neler götürdü?

SONRAKİ HABER

Ölmemek ve öldürmemek için dayanışmaya!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...