15 Ağustos 2015 04:14

‘Barış için siyasi iradeye ihtiyaç var’

Akademisyen Arzu Yılmaz, Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşanan kaosun bir parçası haline geldiğini söylüyor. 'Geziyle birlikte Türkiye’nin batısında Türkiye Kürdistanı’na karşı bir empati gelişti. Ancak bu zeminin gelişmesine fırsat verecek bir barış ortamını yaşatamadık' diyen Yılmaz, barışın sağlanması için öncelikle siyasi iradeye gerek olduğuna vurgu yapıyor.

Paylaş

Görken PALİÇKO
Ankara

Temmuz ayında Kandil ve IŞİD hedeflerinin bombalanmasıyla birlikte Türkiye’de yeni bir savaş süreci başladı. Yeniden ölüm haberlerini almaya başladık. Bu sürece nasıl gelindiğini ve sonrasında neler olabileceğini Kürt sorunu üzerine araştırmalarıyla bilinen Akademisyen Arzu Yılmaz ile konuştuk. Yılmaz’a göre, Türkiye’nin hem Osmanlı mirasını yeniden canlandırmaya çalışan vizyonu hem de Kürtlerle çözüm süreci yardımıyla büyüme planları, ABD’yle çıkar çatışmasına girmesi ve İran’ın uluslararası sisteme entegrasyonuyla birlikte çöktü. Bu koşullarda yeniden kendi sınırlarından ibaret bir siyasal alana sıkışan Türkiye’nin yeniden güvenlikçi politikaya döndüğünü belirten Yılmaz, bundan dolayı da 1990’lar söyleminin tekrar canlandığını söyledi.

Seçim öncesinde bazı çevrelerin dillendirdiği ‘HDP barajı geçerse ülkede kaos olur’’ şeklinde bir söylem vardı. Seçim sonrası dönemde de ülkede adım adım bir kaos durumuna gelindi. Erken seçim ihtimali ışığında, ülkede bir anda böyle bir ortamına gelinmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çözüm sürecinin iç politikayla olduğu kadar dış politikayla da ilgisi vardı. Bu yüzden bu süreci sadece seçimler ve Türkiye sınırları içerisinde olup bitenler üzerinden değerlendirmek eksik kalır. Ama gelinen noktayı sorunuza bağlı olarak seçimler üzerinden değerlendirecek olursak öncelikle çözüm sürecinin Türkiye’de köklü bir anayasa değişikliğine içkin kurgulandığını söylemek gerekir. Bu anayasa değişikliğinin bir başkanlık rejimine uygun şekillenmesi de anlaşılan konular arasındaydı. Ancak Kürt hareketi başkanlık rejimine prensipte bir itirazı olmamasına rağmen bu rejim değişikliğinin demokratik ilkeler çerçevesinde oluşturulmasını ve dolayısıyla da Kürt sorununa demokratik bir çözüm getirilmesini umuyordu. Ancak, sonuç itibariyle başkanlık rejiminin Türkiye’yi demokratikleştireceği varsayımı boşa çıktı, bilakis başkanlık rejimi Türkiye’nin daha da otoriterleşen bir yönetim altına girmesi riskini doğurdu ve Türkiye seçimlere Erdoğan’ın başkanlık rejimi hayallerini destekleyenler ve karşı çıkanlar arasında yaşanan bir kutuplaşma havasında girdi. Kürt hareketi de bu kutuplaşmada Erdoğan’ın karşısında yer aldı. Yalçın Akdoğan’ın ‘Çözüm sürecine ihanet ettiler’ sözleri de aslında buna dayanıyor ki bu değerlendirme en hafif tabiriyle bu toplumun çok taze olan hafızasına hakarettir.

BAŞKANLIK YOKSA ÇÖZÜM SÜRECİ DE YOK
Bu noktada Dolmabahçe Mutabakatını nasıl görmek gerekir?

Dolmabahçe mutabakatı önemli bir parantezdi. Başbakan Davutoğlu bir inisiyatif geliştirip biraz da seçim sonrası dönemi garanti altına almak için (bir koalisyon krizine meydan vermeyecek şekilde) bu demokratikleşme taleplerini karşılayacak bir mutabakata varıldı. Ama o dönemde neler olduğunu hatırlıyorsunuz. Önce Erdoğan Dolmabahçe’de varılan mutabakatı tanımadığını söyledi. Sonra Hakan Fidan milletvekili aday adaylığını geri çekerek tekrar MİT’e döndü. Dolayısıyla ‘Başkanlık yoksa çözüm süreci de yok’ söylemi seçim öncesi gelinen son aşama oldu. Nihayetinde seçimler son bulduğunda ise AKP’nin bugüne kadar dillendirdiği en önemli argümanı HDP’nin Kürtlerin çoğunluğunu temsil etmediği iddiası yerle bir oldu. Seçimden sonra görüldü ki HDP Kürtlerin yüzde 90’ını temsil etme kapasitesine ulaştı. Bu ilk çöken argümandı. İkinci bir sonucu şuydu: AKP seçim kampanyası boyunca bizzat Erdoğan eliyle Kürtlerin Müslüman kimliğini ulusal kimliklerinin önüne koymaya çağırdı. Ancak seçim sonuçları gösterdi ki Kürtler ‘Biz Müslümanız ama her şeyden önce Kürdüz’ dedi. Bir üçüncü sonucu ise, Kürtlerin ulusal kimliğine sahip çıkması her zaman Türkiye’de birlikte yaşama niyetlerinden şüphe edilmesinin nedeni olagelmiştir. Ancak, HDP’nin başarısı bunun böyle olmadığını gösterdi. HDP’nin başarısı Kürtlerin Kürt ve Kürdistanlı kimlikleriyle Türkiye’de barış içinde yaşama arzusunun bir ifadesiydi.Tüm bunlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan tablo çözüm sürecinin AKP’nin beklentilerine hizmet etmediği anlaşıldı ve süreç çöktü.
Çözüm sürecinin bölgesel ayağı ise özetle ifade etmek gerekirse zaten Kürtlerle barışmak değil Kürtlerle büyümekti. Bu bağlamda çözüm süreci büyüme hedefi uğruna araçsallaştırılan bir mevzuydu. Bu büyümede, Ortadoğu’da Arap Baharıyla birlikte tek tek çöken devletler ortaya çıkarken, Türkiye Osmanlı mirasını yeniden canlandıran bir vizyonla ortaya çıktı ve bu barış sürecinin temeli atıldı. Ama bu da başarılamadı.

‘AMAÇ HEGEMON GÜÇ OLMAKTI’
Bu durumu sadece Osmanlı mirasına sahip çıkmak olarak değil de aynı zamanda bu karmaşadan hem ekonomik hem de siyasi olarak bir pay talep etme olarak görebilir miyiz?

Tabi ki de, bu durum hem Türkiye’nin siyasi nüfuz alanını genişletmek hem de ekonomik entegrasyonunu daha da yoğunlaştırarak etki alanını bir hegemon güç olarak genişletmek istemesiydi. Kürtler ise bir barış uğruna bunda bir sakınca görmediler. Bu durumun Kürdistan coğrafyasının bölünmüş parçalanmış yapısını onaracağı düşünüldü. Savaşmaktan yorulan Kürtler için bu bir fırsattı. Ancak Kürtler bu denklemde her ne kadar Türkiye kendisine bir ‘ağabeylik’ rolü biçse de bir eşitlik ilişkisi kurulacağını umdu. Başka bir deyişle Kürtler bu sürece eşit taraflar olarak dahil olacaklarını tasavvur ettiler. Ancak bu plana ilk başta ABD muhalefet etti. Zira Türkiye bu planı bir anti-emperyalist proje olarak savundu. Öte yandan, İran’ın Ortadoğu’da ABD ile geliştirdiği ilişkilerle tahkim ettiği gücü bir başka engel olarak ortaya çıktı. Nihayetinde Türkiye, elinde yalnızca bugünkü sınırlarından ibaret bir siyasal alana sıkışınca “Bu kadarı ancak bize yeter” dedi ve çözüm sürecinde aksamalar başladı. Bunun en açık göstergesi de Ekim 2014’te yaşanan Kobane eylemlerine verdiği tepkiydi. Kamu Güvenliği yasası bu süreçte çıktı. Nihayetinde Türkiye İmralı süreciyle birlikte Kürdistan sorununa da çözüm perspektifiyle yola çıkmıştı ancak şu an bu sorunu yeniden Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde tanımlama ve dolayısıyla yeniden güvenlikçi politikaya dönmek gibi bir refleks geliştirdi. Bundan dolayı eski 90’lar söylemi tekrar canlandı; çünkü paradigmada bir geriye dönüş oldu.

Peki bundan sonra çözüm süreci nasıl ilerler?
Bu sorunun artık bir ulusal sorun olarak çözülmesinin miadı dolmuştur. Bu noktada geliştirilecek bir çözüm ancak, uluslararası bir platformda kotarılabilir.

GEZİ İLE BİRLİKTE BİR EMPATİ GELİŞTİ
Gelinen aşamadan önceki dönem çatışmasızlık ortamının sağlandığı bir dönemdi ve bu anlamda toplumsal olarak da bir umut ve beklenti vardı. Bu bağlamda tekrar savaş ortamının oluşmasının toplumsal yansıması sizce ne olmuştur?

Sözünü ettiğiniz ve barışı besleyebilecek bu umut aslında Kürt ve Kürdistan sorunu hakkında henüz filizlenen bir farkındalıktı. Bu anlamda Gezi bunun için bir milat sayılabilir. 90’lar çok dramatik yıllardı ve biz o süreci aynı anda yaşayan ama aynı anı paylaşmayan iki toplum olarak deneyimledik. Geziyle birlikte Türkiye’nin batısında Türkiye Kürdistanı’na karşı bir empati gelişti. Ancak bu zeminin gelişmesine fırsat verecek bir barış ortamını yaşatamadık. Aksine Türkiye’yi kutuplaştırmaya götüren bir siyasi atmosfer doğdu. Dolayısıyla bu sözünü ettiğiniz umut çok kıymetli olmakla birlikte barışı besleyecek bir sinerjiye dönüşemeden yeniden savaş başladı. Büyük bir talihsizlik. Sonuçta, kıymetli olmakla birlikte bu umudun bugün savaşın önüne geçebilecek bir güç olduğunu düşünmüyorum.

‘TÜRKİYE ORTADOĞU’DAKİ KAOSUN BİR PARÇASI’
KCK ve Hükümetin açıklamalarını da değerlendirecek olursak bu savaş durumu yaşanmaya devam edecek mi?

Ne yazık ki yeniden bir savaş kaçınılmaz görünüyor. Bu savaştan geri dönüş koşulları hem içerde hem dışarıda görünmüyor. Her şeyden önce barış için öncelikle siyasi irade ve istikrar çok önemlidir. Ancak bugün Türkiye’de bu ikisi de  yok. Durum böyleyken bir savaştan kaçınılabilir mi sorusunun cevabı ne yazık ki hayır. Bu bağlamda da şunun özellikle altını çizmek isterim ki; kısa vadede, Türkiye’nin ABD’den gördüğü destek, başta Türkiye’ye “Terörle Mücadele”de bir destek gibi görünse de aslında AKP’nin kendi bindiği dalı kesmesidir. Özellikle son iki yıldır bir “üst akıl”dan bahseden “istikrarımızı ve barışımızı bozmak isteyen dış güçlerden” bahseden AKP döndü dolaştı işaret ettiği o “üst akıl”la birlikte işbirliği yapıp attığı bombalarla üzerinde durduğu zemini yıktı. Artık  Türkiye Ortadoğu’da yaşanan kaosun bir parçasıdır. Bunun Kürtler açısından en önemli sonucu da Kürt ve Kürdistan sorununun uluslararasılaşması olacaktır. Ancak, o zaman masada hâlâ Türkiye’yi temsilen AKP’nin bulunacağını varsaymak zor görünüyor. 

KÜRTLER KİLİT AKTÖR KONUMUNDA
2014’te Suriye ve Irak’a sınır ötesi müdahale yetkisi veren tezkere, ABD ziyaretinden 1 hafta sonra meclisten geçmişti. Benzer şekilde bombalamaların başlaması da yine bir ABD görüşmesi arkasından gerçekleşti. Bu duruma nasıl bakmak gerekir?

ABD’nin 1979’dan beri İranla ilgili politikasını bir ‘çevreleme politikası’ olarak açıklayabiliriz. Amaç bölge ülkeleriyle işbirliği içerisinde İran’ın siyasal etkisini sınırlandırmaktı. Ancak son gelişmeler itibariyle İran’la varılan anlaşma genel hatlarıyla bu politikanın sona erdiğini gösteriyor. Artık İran’ın uluslararası topluma entegrasyonu temel hedef. Bu bağlamda, artık İran’ı sınırlama değil bölgede mevcut diğer ülkeler de gözetilerek bir denge politikası güdüleceği anlaşılıyor. Bu dengenin  Ortadoğu’daki güncel koşullar ışığında  devletler üzerinden değil de sünni-şii nüfus alanları üzerinden şekilleneceğini söylemek ise sanırım daha açıklayıcı olur. Bu durumda Kürtler bu denge arayışında kimin yanında yer alacak? Buna karar verecek olan Kürtler olacak. Ve bu kararın nasıl şekilleneceğini gelişmeleri takip ederek görebileceğiz. Ama şimdiden şunu söylemek mümkün. Kürtler bu dengenin kilit aktörü konumundalar. Aslında İmralı süreci de bu öngörüyle kurgulanmış bir projeydi. Ve Kürtlerin Sünni eksen içinde yer alacağı tasavvur edilmişti. Ancak,  tam da İmralı süreciyle eşzamanlı gelişen deneyim Kürtlerin İran’la birlikte hareket etme kabiliyetinde de önemli gelişme yaşandığını gösterdi. Nihayetinde, bugün Irak ve Suriye ölçeğinde yaşanan gelişmeler bu dengenin nasıl kurulacağı hakkında önemli bir izlek olacaktır.

Bu bağlamda Türkiye’nin Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle olan yakınlığını nasıl değerlendirebiliriz bunu bir tercih olarak yorumlamak doğru olur mu?
Türkiye ile birlikte bölgede hareket etme politikası Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile Türkiye arasında 2010 yılında varılan bir mutabakattı. Bu durum İmralı süreciyle birlikte daha da gelişti. İlk aşamada ekonomik alanda kurulan ilişkiler kısa zamanda bölgede siyasi bir işbirliği biçimine evrildi. Ancak bu mutabakat sürdürülemedi. IŞİD’in Hewler’e saldırısı karşısında Türkiye’nin takındığı tutum 50 yıl süreceği iddia edilen muatabakatın sonu oldu. Bu ilişkilerin yeniden canlandırılmasıyla ilgili girişimler var ama bu mevzu artık 2010’da olduğu gibi sadece Türkiye’nin ve KDP’nin kararına bağlı değil. Bugün Türkiye’nin Irak’ta KDP ile geliştireceği ilişkiler, Suriye’de PYD ile geliştireceği ilişkilerden bağımsız tasarlanamaz. Bu bağlamda yeni bir arayış var, ancak bu arayışın neye evrileceğini bugünden kestirebilmek kolay değil.

ÖNCEKİ HABER

CHP seçime kilitlendi

SONRAKİ HABER

Ağrı - Doğubayazıt'ta karakola bombalı saldırı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...