02 Ağustos 2015 03:48

Barışın çocuklarıyız

Sandıkla gelenin kamu adına bizi savaşa yorduğu yerdeyiz. Barış istemenin vatana ihanetle sınandığı çetrefil çıkmaz cirit atıyor meydanlarda. Eylülün diktatörlere armağanı barajları yıkıp seslerimizi birleştirdiğimizde kamu adına sandıktan çıktığımızı hazmedemedi iktidar.

Paylaş

C. Hakkı ZARİÇ

Jandarma daima nesirde kalacaktır
Eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine
Ve bu dağlar böyle eşkiya güzelliği taşıdıkça

Cemal Süreya

Zamanın barış kalpli çocuklarıyız; özgürlüğün kaldırım taşlarının altında saklı olduğunu bizden iyi kim bilebilir!
Suçsuzluğun ve masum olmanın sözcükleri büyüyor saklımızda. Bizden öncekilerden, hayatı birlikte çoğaltmak için aşkın ve devrimin diliyle konuşmayı öğrendik. Bundan yolumuza çıkan şairler selam vermeden geçmedi sevincimize. Ellerimizde büyüyen dünyayı daha yaşanılır kılmak için yazdılar.
Suyu ve ağacı çoğaltmanın adımlarıyla yürüdüğümüzü kim inkâr edebilir! Bir türküyü paylaşır gibi paylaştığımızı ekmeğin sıcağını… Dönüşen ve yeniden dönüşen hayat gül sağanağı sunmadı bize. Devlet sınırda insanları, dağ çiçeklerini, katırları, kekiği, tütünü bombaladığında da sunmamıştı. Kar kendi beyazlığından utandığında da oradaydık, tanıktık zulmün bir emirle havalandırdığı jetlerle gelen ölüme. Ağıt, nesilden nesile! Ağıt kalıtsal! Ağıt dilden dile!
Kim masum değil ki çocuğunun saçlarını okşayıp göğe baktığında? Evden çıkmanın yorgun adımlarıyla sokağa adımını attığında kim uykunun kollarındaki akşamı özlemez ki? Ama bilemeyiz geride kalıp kalmayacağımızı. Yaptığımız işin fıtratında ölüm var! Yaşamanın utanmakla sınanacağını bilemeyiz. Sabahın seherinde ışıldayan yıldızla göz göze geleceğimizin garantisi yok. Ama mesele bu değil, yoksulluğun mecbur kıldığıdır! Göçüğün altında kalana üzülmenin yetmediği yerde, kömür karasına bulaşmış çizmelerimizi çıkarmaya yelteniriz ambulans sedyesine uzatılırken. Mahcubuz. Yaşarken de ölürken de!
.  .  .
Beni derelerin çağlayan sesine yaz çocuğum, taşların alnında biriken yosunlar zamanın saklı izleridir. Orada nefes alır buğday ve zeytin. Suyun öptüğü toprağın dudakları bereketlidir. Beni üzüme yaz, salkımların beyaz sadeliğine. Kilitli kapakların arkasına hapsedilmiş damlalar kimin sesidir? Orada yaşlanır dizleri insanın, omuzlarında dünyanın ağırlığı. Suyu toprakla buluşturmasa orada güz çoğalır. Oysa bahara gebe şarkılar, gençliğimizi mırıldanarak dokunur saçlarımızdaki beyazlığa. Bundan caymak, suyu herkesin kılmaktan caymak insanın kendine ve doğaya ihanetidir.
. . .
Sandıkla gelenin kamu adına bizi savaşa yorduğu yerdeyiz. Barış istemenin vatana ihanetle sınandığı çetrefil çıkmaz cirit atıyor meydanlarda. Eylülün diktatörlere armağanı barajları yıkıp seslerimizi birleştirdiğimizde kamu adına sandıktan çıktığımızı hazmedemedi iktidar. Saray çirkef. Gün batmadan biten anketler tedirgin ediyor sıfırlayanları. Oysa kanın kanla yıkanmadığını nice yıkımdan sonra anlatabildi kalbimizin doğu yakasındakiler. Neden sonra İstanbul’un orta yerine kışla dikmeye sevdalananlara karşı geldiğimizde, kanı kanla yıkayanlara sokaklar dar geldi. Sütü ve uykuyu paylaştık. Yeşili ve bağlaçları hatta.
Gazete manşetlerinin savaş uçaklarına mühimmat taşıdığı yerdeyiz; düğüne giden gençleri sorgusuz mahkûm ettiğine tanığız. Olmadık tünellerin imzasız ve iddiaya dayalı ithamları dolaşıyor dolmuşların kalabalığında. Oysa masum olmaktan ve verili yasaların tanıdığı hakları kullanmaktan bahsediyoruz. İnsan olmanın ve insana yakışır biçimde yaşamanın yataklarında sırtımız dinlensin için bu ısrar. Ama işte pazarın dağılmasını, geriye kalan çöplerin karanlığa gömülmesini bekliyor mahcup kadınlar.
.  .  .
Beni kökünden sökülen ağaçların sesine yaz çocuğum. Dallarında nice mevsimden kalma ağırlığın sevinci. Soluk alıp vermenin bitimsizliğine yaz beni. Sıcağın ve gölgenin sesiyle geçen zamanda biriken hikâyeleri anlatacak yapraklarım sana. Benden sonrası yol. Benden sonrası asfalt. Benden sonrası beton. Benden sonrası ışıltılı gökdelen. Benden sonrası yalnızlık. Vefa yok benden sonra. Ne salıncak sevinci, ne hasat bereketi benden sonra.
.  .  .
Omuzları tabut yüklenmekten nasır tutmuş bir memleketin barıştan başka seçeneği var mıdır? Hangi ihtirasın nedeni olabilir savaş? Öldüren biz değiliz! Yaşatmanın ve yaşarken paylaşmanın nedenleri için hayatta olduğumuz gerçeği duruyor karşımızda. Kamu adına cinayet, “terör” bahanesiyle savaş, ayakkabı kutularındakinin çoğalması içindir. Oysa biz aşka dairiz. Oysa biz şiire dairiz. Oysa biz devrime dairiz.
İktidarın sarayında altın yaldızlı kadehlerde ayran içen zevat elbette biliyor elden ele çoğaldığımızı. Elbette biliyor hepimizin birer mısra-ı berceste olduğunu. Elbette biliyor bir nehir şiiri birlikte yazdığımızı. Kışkırması, geleceğini geniş zamana yayma çabası, bizim ısrarımızdaki mizah ve imge korkuya neden oluyor; gerilimden beslendi yeterince, artık şiddetin savaşla biçim bulmasını istiyor. Tekmelediği masa, bizim güleç yüzlü nedenlerimizdir. Barış istemenin vatana ihanet olduğu, barış istemenin sansürlendiği, barış istemenin devlet terörüyle engellendiği bir ülkede, savaşa çığırtkanlık yapanların törenle toprağa verileceğini tarih yazıyor zaten. Masumların üstüne örtülen bayrak, şehit sıfatı, kahramanlık türküleri, hamaset nutukları üstünü örtemez bu gerçeğin.
Barış şiirdir!
Cemal Süreya ile başladık onunla bitirelim:
- Ağır ol Bay Düzyazı,
Sen ancak uçağa binebilirsin!

ÖNCEKİ HABER

Sıradan ve kaba bir adamın ‘darbesi’

SONRAKİ HABER

‘Sessiz demokratlar’ için deniz bitiyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...