02 Ağustos 2015 04:45

Sıradan ve kaba bir adamın ‘darbesi’

Paylaş

Hakkı ÖZDAL

“Seçilmiş ulusal meclis, ulusa metafizik bir bağla bağlıdır, ama seçilmiş cumhurbaşkanı, ulusa kişisel bir bağla bağlıdır.”
Marx

Türkiye 21 Temmuz günü Suruç’ta 31 gencin can verdiği katliamdan beri ‘başka’ bir ülke haline geldi. Bu katliam, zaten yaygın olarak bilinen saiklerinin yerli yerince anlaşılması ve anlatılması ile intihar saldırısını gerçekleştiren ve –en azından başlangıçta– DAİŞ bağlantılı olduğu bilinen tetikçinin dışındaki faillerinin de bir bütün olarak açığa çıkarılmasının ardından, Türkiye tarihinde çok ‘nazik’ bir noktada duracak. Siyasal İslamcılar ve onların periferisindeki tedhiş-terör odakları bu halkın hafızasından yüzyıllarca silinmeyecek bir katliama (daha) yol açtılar ve bu, onların siyaseten saklanabilecekleri tüm deliklerden de kazınmaları için yeterli olacak. Ancak bu noktaya gelmemiz için şimdilik biraz ‘zamana’ ihtiyacımız olduğu açık.

Yine de Suruç katliamı; aslında mekanizması ülkenin yakın tarihine dikkatli bakanlar için büyük oranda seçilebiliyor olsa da; ‘tam olarak aydınlanmamış’ haliyle bile Türkiye’yi ‘başka’ bir ülke haline getirdi. Bu, en genel tanımlamalarla söylenecek olursa, hem barış ve demokrasi yanlısı, solcu, ilerici, muhalif güçler açısından; hem de devlet mekanizmasını elinde tutan ya da onun yanında-yöresinde hizalanan, sağcı, militer-paramiliter iktidar güçleri açısından eşzamanlı bir ‘başkalaşım’ anlamına geliyor. Bir başka deyişle, o pazartesi gününden beri ülke ne “bizim” için aynı ülke, ne de “onlar” için... Zaten bunun son derece görünür ve sarsıcı sonuçlarını da 21 Temmuz gününden beri yaşıyoruz.

21 Temmuz ve takip eden günlerde, birçok yönden aydınlatılmaya muhtaç bir şiddet sarmalı, açık bir darbe ve olağanüstü hal uygulamasına eşlik ediyor. 7 Haziran’dan sonra oluşan siyasal tablo, Türkiye egemen sınıfları için artık gizlenemez bir ‘hükümet krizi’ne işaret ediyordu. Aslında zahiri bir ‘ekonomik büyüme’ ve ‘uluslararası itibar/yatırım’ hikayesiyle fonlanan ilk yılların ardından açık bir ahbap-yandaş yağmacılığına dönüşmüş olan AKP iktidarı, halk oyu açısından zirveye çıktığı 2011 haziranından beri bir yönetme kriziyle karşı karşıyaydı. 2013 yazında Türkiye tarihinin en büyük toplumsal isyanıyla devrilme noktasına gelen, polis şiddeti sopasına yaslanarak ayakta durmayı başarsa da hem ülke içinde hem de göbekten bağlı olduğu egemen uluslararası odaklar nezdinde itibarını ve hatta meşruiyetini kaybeden bir AKP vardı. AKP, bir ‘çıplak çıkar’ örgütü, hısım-akraba-yandaş kalkınmacısı olarak tüm toplum huzurunda teşhir olmasına rağmen, olağanüstü iktidar olanaklarını ve tüm devlet aygıtını seferber ettiği, toplumun 200 yıllık dini-ideolojik gerilim ve korkularını kaşıyıp yaralarının kabuklarını soyarak kanattığı bir kampanyanın ardından, seçimden birinci parti olarak çıktı ama iktidarı kaybetti.

Sosyal demokratlar, burjuva milliyetçileri, liberaller, seküler-laik güçler, geleneksel-Kemalist solcular tarafından desteklenen CHP; AKP’nin siyaseti olduğu gibi ekonomi ve piyasa düzenini de nepotik, rüşvetçi, siyasal itaat ve biat ilişkisinin bir türevi olarak düzenleme gayretinden rahatsız cumhuriyet burjuvazisi için de –uyandırdığı tüm şüphelere rağmen– en makul seçenekti. Ama MHP ve HDP’nin de aldığı oylarla birlikte, içinde AKP olmayan “anlamlı” bir hükümet kurulamayacağı, bir siyasal aktör olmaktan çok bir devlet aparatı olma özelliği bir kez daha öne çıkan MHP’nin tutumuyla birlikte iyice belirginleşti ve yönetici sınıfların kucağına bir “siyasal kriz” düşmüş oldu.

Seçimin asıl büyük mağlubu; partisinin tüm aktörlerini –eğer sahip olsalardı– gururlarını kıracak şekilde araçsallaştırarak kampanyanın önüne geçen ve sandığı kendisi için bir referanduma dönüştüren saray mukimi de bu krizden kaçabilecek durumda değildi. Tüm ülke (belki uykusuz gecelerin sonunda tüm “eski Osmanlı coğrafyası” için) hayal ettiği, arkaik tek adam yönetimini öncelikle partisinin içinde tesis etmiş bulunan Cumhurbaşkanı, 8 Haziran sabahı itibarıyla bu ‘gündüz düşü’nün pembeliği yerine; hakikatin –kendisi için çok ağır sonuçları da olan– esmerliğiyle uyandıktan sonra, birkaç günlük bir sessizliğe gömülmüştü.
21 Temmuz ve ardından gelen türbülans, 7 Haziran’dan sonra oluşan yönetim kriziyle son 13 yıllık iktidar artık bizzat şahsında cisimleşmiş olan sağcı-İslamcı liderin ayakta kalma gayretinin bir bileşkesi olarak meydana geliyor. Fiili bir ‘saray darbesi’, siyasi temsil açısından mevcut olmayan tek başına iktidar seçeneğini zor yoluyla inşa etmeye çalışıyor.

“Hemen çözüme kavuşturulması gereken problem” açısından çok uzun sürecek bir çatışma değil bu. Bu kavga uğruna ölen gençlere yakılan ağıtlar durulmadan bu kriz bir çözüme kavuşmak durumunda.

Marx, “Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” için yazdığı önsözde, Fransa’da benzer bir ‘saray darbesi’ ile 1848 devriminin kazanımlarını geri saran Napoleon için, “Bana gelince, ben, Fransa’da sınıf savaşımının, sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum” diyordu.

Önümüzdeki aylarda Türkiyeli sosyalistlere de bu görev düşecek gibi görünüyor.

ÖNCEKİ HABER

Bu ateş evin ortasına düşer

SONRAKİ HABER

Barışın çocuklarıyız

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...