25 Nisan 2015 00:23

Tarih 'pembe dizi' mi?

Paylaş

Zehra Çiğdem ÖZCAN

Mart ayı başlarında devlet erkanının Çanakkale Savaşının yüzüncü yılında görkemli bir anma yapacağını öğrendik. Ama sonra pek bahsi geçmedi. Kimse de üstünde durmadı. Son bir kaç gündür Çanakkale ile ilgili Cumhurbaşkanının sesinden bir tanıtım filmi ekranlarda dönmeye başlayınca hangi ayda ve günde olduğumuzu bir an düşündük. Ama evet, 18 Mart’ı çoktan geçmiştik. Kimbilir, belki de görkemli anmanın hazırlıkları yetişmemişti(!)
Devlet “Bize her gün Çanakkale” demiş olmalı ki, tam da 24 Nisan’da Çanakkale’de olunacağını bizzat Cumhurbaşkanı söyledi. Bu arada dar alanda kısa paslaşmalar devam etti. Önce Papa’ya ardından Avrupa Parlamentosuna ağzının payı verilirken, Diaspora da her yıl olduğu gibi azardan payını aldı. Sonra yine her yıl olduğu gibi tarih tarihçilere bırakıldı. Ama elbette öyle her tarihçiye bırakılmayacak kadar hassas bir şeydi tarih, bırakılmadı da zaten. Her ne kadar her şey artık “tarih olsa” da. Tehcir, dönemin şartları, savaş hali vs, hâlâ dönüp duruyor ağızlarında. Soykırım sözcüğü ise ancak başında “sözde” olması halinde beyanatlarda yer buluyor, aksi takdirde anlamsız bir sayıklama gibi.
Ama nihayetinde Davutoğlu “Tarihi siyasete alet etmeyin” diyerek meseleye son noktayı koydu. Böylelikle siyaseti tarih dışına, tarihi siyaset dışına itip ayrıştırarak siyasetin alanını çizdi kendince, hatta belirledi.
Elbette Davutoğlu’nun bu söylemi bir iktidar biçimi olan devlet için rutin, sıradan bir hamle. İktidarın/devletin siyasetin alanını belirlemesi sıradandır çünkü. Ama siyasetin alanını belirlemesi iki yönde ilerler:
Bir yanıyla toplumsal muhalefeti “Gezi’nin ilk üç günü” ne hapsedip masum bir doğa sevgisine dönüştürürken; doğayı yeterince sevdikten sonra herkesin evine dönmesini, alışveriş/dvd/mutfak üçgeninde yaşayıp işine gücüne bakmasını ister. Herkes para kazanmalıdır, ama grev milli güvenliğe aykırıdır. İşçi sınıfının alanı da Yenikapı ve Kazlıçeşme olarak çok-tan çizilmiştir, Taksim  bu alanın dışındadır. “Kürt kökenli kardeşler” kökenlerine çok düşkün olurlarsa karşılarına Türk kökenliler çıkar. Hasılı bu memlekette kimse çizgiyi aşamaz, aşarsa masumiyetini kaybeder çünkü. Masumiyetini kaybeden herkes de suçludur, sadece suçlu da değildir üstelik, düşmandır. Bir iktidar biçimi olarak devletin kendisi dışında siyasete bulaşan herkes, herkes için tehlikelidir. Devlet, toplumu sürekli siyaset dışında tutmaya çalışarak, beceremediği takdirde bir çeşit marjinal/terörist/düşman ilan ederek  herkese “Dünyayı dar eder”. İktidara göre iktidarın dışında kimsenin siyaset hakkı yoktur.
İkinci yönü ise, devletin/iktidarın kendi siyaset alanıdır. Siyasetin alanı iktidara da daraltılacak değil ya. Hatta devlet/iktidar için siyaset alanı, dar ya da geniş olmaktan çıkmıştır. Çok uzun zamandan bu yana iktidar için siyasetin alanı yoktur, başka bir deyişle her yer siyaset alanıdır. Bu alana bireyin tek başına kendisi, bedeni de dahildir üstelik.  Biyoiktidarın hüküm sürdüğü güncel düzende iktidar/devlet, artık bireyin ne yiyip ne içeceğine, ne giyeceğine, kaç çocuk doğuracağına, nasıl sevişeceğine karar verendir. Kısaca iktidarın siyaset alanı saçımızdan tırnağımıza kadar nüfuz eder. Devlet/ iktidar her yerde siyaset yapar artık.
Tarihimizi de bizim yerimize devlet/iktidar seçer. İlkokuldan -hatta daha öncesinden- başlayarak kimin kahraman kimin hain, kimin yararlı kimin zararlı, kimin dost kimin düşman olduğunu her zaman devlet öğretir bize. Yıllarca aynı dersleri okutur hocalar, aynı şeyleri yazar kitaplar. Bir kerede anlamayız diye defalarca ve defalarca ezberleyip dururuz milletimizin üstünlüğünü, düşmanlarımızın ve hainlerin alçaklığını. Ama okulda siyaset yapmaz devlet, tarih öğretir bize, tıpkı ailede ve kışlada yaptığı/yapmadığı gibi. Resmi tarihin bütün anlatılarının siyasetle hiçbir ilgisi yoktur, iktidarın görevi olan eğitimin bir parçasıdır yalnızca. Devlet bizi milli birlik ve beraberlik şuuruyla “yetiştirir” yalnızca. Devlet ne yiyip ne içeceğimize karar vermez sadece, kimin alnına silah dayayacağımıza da karar verir. Günü gelir de memleket, bütün o tarih derslerinde anlatılan iç ve dış düşmanları ile karşı karşıya gelirse, bizim de devletimizi korumak görevimiz vardır. Siyaset değildir bu, yanlış anlaşılmasın, seve seve katlanacağımız bir vefa borcudur devletimize karşı, varlık nedenimize karşı. O yüzden terörist değil vatansever oluruz bir cinayet işlersek. Bu cinayetler karşısında da milli değerlere olan “hassasiyet” her zaman korunur. Ama dedik ya; devlet siyaset yapmaz, yalnızca milletini eğitir.
Bütün bunların dışına çıkılmaya kalkışıldığında ve yıllarca bu toprakları Türkleştirmek, uluslaştırmak, ulusal sermaye yaratmak, yabancı unsurları özellikle de Müslüman olmayanları yok etmek, mallarını gasbetmek, Müslüman’dan saymadıklarını katletmek, Türk’ten saymadıklarını kırıp geçirmek vs ifadeleri devletin kulağına gittiğinde; birileri, bütün tarihi boyunca Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir suç makinesi gibi işlediğini, Ermeni soykırımı, Kürt katliamı/soykırımı, Alevi katliamı, binlerce cinayet, gasp vs’nin bizzat faili olduğunu öğrendiğinde; başka bir deyişle işlediği suçlardan artık kendini taşıyamayacak bir canavara dönüşmüş bir devletin uyruğu olarak yaşadığını farkettiğinde devletin yaptığı inkar, her zaman kendi siyasetinin bir parçasıdır. Devlet/iktidar bütün bunları yapmış olmakla kalmaz, savunmaya da devam eder. Devlet siyasetinin süregiden bütünlüğü ve bölünmezliği bunu gerektirir. Öncesi ve sonrası ile, halefi ve selefi ile, moderni ve muhafazakarı ile devlet her zaman ağız birliği eder. Sonunda inkar karşısında hesap soracak kimse olmaz ortalıkta, herkesin eli kolu bağlıdır. Bir şey inkar edildiğinde geri dönüp hesap soranın suratında patlar çünkü. Hiçbir karşılığı yoktur. Siyaset bunu gerektirir, iktidarın tekelinde olan bir olgu olarak.
Pek tabiidir ki, bütün iktidarlar sıkışır, zorda kalır. Tüm bu inkar söylemleri kâr etmediğinde de iktidar nezdinde zaten “siyaset dışı” olan karşı söyleme karşı, siyaseten “siyaset dışı” bir söyleme sığınılır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca bütün bir halkı uğrattığı yıkım, bugüne dek devam eden “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek din” siyasetinin eseri olmaktan çıkarılır ve gündem dışı bir tarihe dönüştürülür. Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm bu yıkımlarla dolu devlet politikası hâlâ bütün  canlılığıyla geçerliyken, örneğin Talat Paşa’nın ruhu bir biçimde Davutoğlu’da yaşarken, iktidar dışından gelen her sese karşı tarih, siyaset dışına düşürülür. Tarih siyasete alet edilmemelidir. Tarih dediğimiz şey pembe dizidir çünkü; siyaset bir taraftan-devlet/iktidar tarafından- kendi seyrinde yürütülürken, diğer taraftan halkın oyalanması için çekilen bir dizi macera filmidir. Kimbilir belki de devletin/iktidarın istediği de halk için tarih denilen olgunun, uykudan önceki akşamlık bir seyirlik olmaktan öteye gitmemesidir.
Ama Cumhurbaşkanı Başbakanın söylemini önemsemiyor olmalı ki; Çanakkale ile Ermeni Soykırımı yıl dönümlerini birbiri ile çakıştırmakta hiçbir sakınca görmüyor. Cumhurbaşkanının, tarihi siyasetle karıştırma konusundaki Başbakanla çelişen tavrının açıklaması,  bir tarihin karşısına başka bir tarihi çıkaracak kadar büyük bir kazanımla ile ilgili olmalı ki biz sıradan yurttaşların böyle büyük siyasetlere akıl sır erdirebilmesi mümkün değil. Ama dedik ya, zaten tarih ancak toplum için siyaset dışı olabilir, zaten toplum için siyaset diye bir şey de yoktur. Ama iktidar için tarih de coğrafya da biyoloji de siyasetin tam da içindedir.  Her şey siyaset kazanında kaynar. Bu durumda Cumhurbaşkanı için tarih ve siyaset bir ve beraberken, bizim için gece ve gündüz kadar farklıdır.

ÖNCEKİ HABER

Senden önce senden sonra

SONRAKİ HABER

Fenerbahçe Kulübü'nün Ankara Şubesi'ne saldırı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...