21 Aralık 2014 03:12

Tedrisat-ı Lisan-ı Osmanî

Amaç asla Osmanlıca öğretmek değildir ve bunu becermek en azından elde kadro, öğretmen, eğitim aracı vs. bulunmadığı için bugünden yarına mümkün de değildir.

Paylaş

Aydın ÇUBUKÇU

Herhangi bir dili, kültürü, hüneri vs. öğrenip öğrenmemeyi tartışmanın hiç gereği yok. Bilginin, hünerin, kültürün yararsızı, gereksizi olmaz. Ne var ki, bilim dallarının kılcal damarlar gibi çoğalıp genişlediği bir çağda, herkesin her şeyi öğrenip bilmesi hayaldir. Eski çağlarda, insanlar aynı zamanda matematikçi, hekim, şair, ressam, mühendis, mimar, filozof olabiliyor, “çağlarının bütün bilgisini” kendilerinde birleştirebiliyorlardı. Elbette hayranlık verici bir zekâ, çalışkanlık ve bunların yanında bilgi açlığı özelliklerini bir arada gerektiriyordu bu; ama kabul etmek gerekir ki, “çağlarının bilgisi” de nihayet günümüzün genel kültürünün sınırları içinde kalabilecek kadardı. Bugünün hiçbir dehası, “çağının bütünü bilgisini kucaklamış” olduğunu iddia edemez. Öyleyse, kimi bilimlerin, dillerin, kültürlerin öğrenilmesi ancak özel uzmanlık konusu olabilir; Osmanlıca da öyledir.  Herkesin hem de mecburen öğrenmesinde toplumsal bir yarar da yoktur gereklilik de. Dileyen birkaç aylık ciddi çalışmayla kendi kendine de öğrenebilir. Eski belgeleri, uzmanlar arasında bile hakkıyla okuyan pek az kişi varken, temel eğitim okullarında yarı bilgili öğretmenlerden kafasını gözünü yararak “öğrenmiş” olanların neyi okuyacağı, niye okuyacağı da ayrı mesele.  
Mezar taşlarını okuyamıyormuşuz! Bilenler bilirler ki, mezar taşı okumak her Osmanlıca bilenin becerebileceği bir iş değildir. Bu “eksikliğimizi” yüzümüze vuran kişi, çok iyi Osmanlıca biliyor olsa bile, 18 yazı biçiminden yalnızca birisini öğrenmişse eğer, kalakalacaktır taşın önünde. Talik, sülüs, kufi ve diğerlerinin hepsini bilmek (adlarını sayabilmek bile bir uzmanlık işidir), ceddinin de haddi değildi.

‘CEDDİMİN OSMANLICASI’

Sarayda oturanlar, kapıdan çıktıklarında içerideki dille konuşsalar çarşıdan ekmek alamazlardı. Duvarların dışındakiler, Osmanlıca değil, Türkçe, Kürtçe, Rumca, Ermenice, Arapça konuşurlardı; Pazar yerinde ise Türkçe hâkimdi elbette ama, her biri bir diğerinin dilinden işe yarayacak birkaç kelimeyi de mutlaka bilirdi.
Saraydakiler, din yoluyla Arapçadan, edebiyat yoluyla Farsçadan, ticaret, askerlik ve gemicilik yoluyla İtalyancadan, Frenkçeden gelmiş yüzlerce kelimeyi harmanlayıp Türkçe temelinde birleştirdikleri bir “jargon” kullanırlardı. Osmanlıca bir dil değildi, sözün kısası. Kapalı bir çevrenin kendilerine özgü konuşma ve yazma biçimiydi. Karışmış, bozulmuş, anlaşılmaz kılınmış bir Türkçeden başka bir şey değildi.
Osmanlının son dönem en ilerici şairi Tevfik Fikret’in şu dizelerine bakalım:
Kimseden ümmîd-i feyzetmem, dilenmem perr ü bâl;
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim.
“Kimseden bir umudum yoktur, kimseden kol ve kanat dilenmem, kendi gökyüzümde kendi kanatlarımla uçarım” diyor.
Kelimeler Farsça ve Arapçadır, ekler Türkçe… Sözdizimi de Türkçedir. Bir Arap, bir Fars ve bir Türk bir araya gelseler, her biri ancak birkaç kelimesini anlar da, hiçbiri şiirin tümünü çözemez!  
Şu yürek dağlayan mezar taşı edebiyatının da hiçbir karşılığı olmadığını rastgele bir mezarlıkta dolaşan herkes bilir. Seksen yılı aşkın süredir artık hiçbir rahmetli, eski alfabe ile yazılmış taşların altında yatmıyor.
Selçukluların İran’daki imparatorluğu “devlet geleneğine” Farsçayı soktu. En büyük vezirleri, komutanları, şairleri, bilginleri zaten Fars idi. Onlara Türkçe öğretmektense kendilerinin Farsça öğrenmesi daha kolaydı. Osmanlı ise başlangıçta Yunus gibi, Hacı Bektaş gibi kendi dilini konuşuyordu. Beylikten sultanlığa geçişin uzun sürecinde yönetici sınıf olmanın bir gereği olarak, eğiticilerinin de belirleyici etkisiyle Arapça ve Farsçayı öğrendiler. Şehzadeler ve yüksek bürokrasinin çocukları buna göre eğitildiler. Haklıydılar, çünkü bilim, edebiyat, sanat, siyaset öğreneceklerse, Türkçe ile öğrenemezlerdi. Türklerin yazdığı kitap mı vardı ki?

O BÜYÜK İLİM HAZİNESİ

Mezar taşı okumak için zorunlu olarak Osmanlıca öğretmenin ikna edici fazla bir yanı olmadığı açık. O yüzden kimi yazarlar, kimselerin okuyamadığı büyük bir ilim hazinesi olduğu masalına sarıldılar. Sanki o gizemli ve meçhul birikimin kapıları açılınca, ilimden irfandan havalara uçacakmışız gibi bir hava estiriyorlar.
Bu da içi boş bir propaganda. On binlerce kişi, her gün o “hazine” içinde eli boş dolanıyor. Bugüne kadar, bize bilmediğimiz hangi büyük bilgiyi getirdiler! Sultan Süleyman zamanının büyük âlimi Gelibolulu Ali Efendi’nin dünyanın öküzün boynuzu üzerinde durduğunu ayrıntılarıyla anlatan “Künh-ülAhbar” adlı kocaman dört ciltlik eserini okusak ne olacak, okumasak ne kaybedeceğiz! Yarı büyücü, yarı sahtekâr simyacıların kitaplarından mı ilim hazinesi çıkartacağız?
Diyelim, fıkıh ve kelam üzerine yazılmış binlerce cilde ulaşamıyoruz! O da yalan! O alanda değerli ne varsa şimdi kullandığımız alfabeye çoktan çevrildi. Merak eden gider ilahiyat fakültelerinin kütüphanelerine istediği kadar okur.

AYIBIN ÜZERİNE BİR NOKTA!

Bilimin, kültürün, hünerin zararlısı olmaz. İnsanın kötüsü, zararlısı vardır ve bilim de, hüner de, kültür de onların elinde zararlı hale gelir. Çocuklara, eski yazıyı okuyup yazmanın, Divan Edebiyatı’nın, Osmanlıca denilen jargonun öğretilmesinde hiçbir zarar yoktur.
Ama mesele bu değil.
Öyleyse asıl mesele nedir?
Totalitarizm şöyle bir şeydir: Hayatın bütün alanlarını aynı tek ilke etrafında yeniden örmeye kalkışmak, her şeyi ve herkesi tek renge boyamak ve kendi özgün kimliklerinin dışında yukarından yeni bir kimlik altında toparlamak!
Yasal temelleri de atılarak adım adım ilerleyen bir totaliter yönetim altına düşmekte olduğumuzdan kuşku duyanlar, bir de bu açıdan düşünmelidir, zorunlu Osmanlıca girişimini.
Amaç asla Osmanlıca öğretmek değildir ve bunu becermek en azından elde kadro, öğretmen, eğitim aracı vs. bulunmadığı için bugünden yarına mümkün de değildir. Ne var ki, iktidarı her bakımdan korunaklı, dokunulmaz, erişilmez kılmak için bunun tartışılması bile yeterince faydalı bulunuyor olmalı.
Eski yazıyı bilenler ayıbın üzerine bir nokta koyunca kaybolduğuna dair özdeyişi kolaylıkla anlarlar. Ayıp, ayın denilen ve “A” sesi veren bir harfle başlar. Kayıp ise, “gayn” adı verilen ve ayın’dan yalnızca üzerindeki nokta ile ayrılan bir harfle başlar. Ayıp yazar da, baştaki harfin üzerine bir nokta koyarsanız, kelime kayıp olur.
Eskiler, densiz hareket eden birine“ayıptır ayıp” dediklerinde, yüzsüz herif, “bir nokta koyarsın kayıp olur” diye sırıtırdı.
Osmanlıca tartışması, yüzlerce ayıp işin üzerine bir nokta koyma girişimidir.
Bir tür sıfırlama yani!

ÖNCEKİ HABER

Padalya ülkesi

SONRAKİ HABER

'Tuhaf'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa